Made with love by

İdilonline
doğan cüceloğlu
2378
post-template-default,single,single-post,postid-2378,single-format-standard,stockholm-core-2.0.2,select-theme-ver-6.1,ajax_fade,page_not_loaded,side_area_slide_with_content,,qode_menu_center,wpb-js-composer js-comp-ver-6.4.1,vc_responsive
Title Image

doğan cüceloğlu

doğan cüceloğlu

DOĞAN CÜCELOĞLU
Bir Öğrencimin Bana Öğrettikleri
Kaliforniya’ da Long Beach şehrindeki Eyalet Üni…versitesi’ nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu
özelliklerinin farkına varmıştım: Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. Ikinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu.
Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı. Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında,şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam
ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu?
Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramğızda şöyle bir konuşma geçti:
‘Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
‘Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini ‘
‘Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikali olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda
Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’
Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek,
‘O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim’ dedi.
O anda ilk hissettiğim sey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, ‘Sen benim kahramanımsın’ duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi,
hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
‘Nasil yani?’ dedim.
‘Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite ögrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuga agabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor.
Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakiyor.’
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ‘ayı’ olarak görüyordum. İçimdeki
pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm?
Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.
Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış .
Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum.
‘Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak
isteyeceklerdir, ‘ dedi ve iki gün sonra, ‘Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,’ dedi.
Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra
yoluma devam edebilirdim. Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally,
‘O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz, ‘ dedi.
Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’ten sabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarinda Sally’nin ağabeyi Brian’in evine vardık. Sally’nin babası George orada
buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi. Brian’in, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.
Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. ‘Evet’ yanıtını alınca, kendisi çocukken de
babasının, onunla göz hizasina inerek mi konuştuğunu sordum.
‘Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da Çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz’, dedi.
Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra
kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a
‘Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek Konuşuyorsunuz! ‘ dedim.
Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek,
‘Tabii, onlar küçük insanlar!’ yanıtını verdi. Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu. O bakışa karşı bütün yaptığım, mahçup bir gülümseme oldu. Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varliıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme
havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış,
Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14’te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, bize durumu şöyle
açıkladı:
‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa
geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler
ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian’in yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’in yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum:
‘Baban seninle randevulaşır mıydı?’
‘Evet’, dedi, ‘yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi. Ve ilave etti, ‘Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!’.
Gülümseyerek,
‘Nereden biliyorsun?’ diye sordum.
‘Biz Frank’le konuştuk’ diye cevap verdi.
Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdigim acilari düsündüm. Biraz daha düsününce
kendimin de aci çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak
olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim.İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programlari, ‘Ne yapabilirim? ‘ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir. Sally’nin
içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun
davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği ailede, varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye
layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesaji zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocugun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur. Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, varoluşun beş
boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.
Doğan Cüceloğlu
Ben bu yazının içtenliğine sonuna kadar inanıyorum.İnsanın hissettiği duygular, yaşatığı sıkıntılar, çektiği acılar, zevkler, mutluluklar; yaşarken aslında daha karmaşık ve yoğundur.Ama yazıya dökülmeye kalktıklarında ağdalı bir yapıda olduğu için hep abartıymış gibi gelir.Bunun ne demek olduğunu, bir anda ilham gelip şiir yazmaya kalkan her insan az çok bilir.İçin içine sığmaz, hissettiklerin yazdıklarınla kıyaslanamaz derecede yoğundur.Ama onu şiire döktüğünde okuyan vayyyy beee der.Abartı kalır.Çünkü hissettiklerin anlıktır, yazzdıklarını okumak daha uzun sürer.Bu yazıda onun gibi.Bazı olaylar , insanın hassas olduğu konularda zönk diye düşünüp içinin yanmasına neden olabilir.Doğan Cüceloğluda çok güzel bi konuya basmış.İnsanın çocukluktan en büyük kazanımı sevmeyi becerebilmek ve sevilen biri olabilmektir.Bütün amaç budur…Kendini sevmeyen, sevildiğine inanmaz..sevildiğini düşünmeyende insanı sevmez…zincirleme olarak koca bi mutsuzluk…çünkü herşey insan üzerine kurulu…etraftaki herşey…yalnızlık bile insanla:)